Fransızların bir sözünü çok severim “gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi.” Büyüdükçe deneyimlerin ağırlığı çöker eklemlere; sanki her yaşanmışlık, bir kat daha kireç atmıştır eski görünmesin diye ele güne, sanki daha çok ağrısı olanın daha çok görmüşlüğü varmış gibi gelir insana.
En çok gözler sarmalar beni; ister şaşalı günlerinden elini ayağını çoktan çekmiş bir koşu atının gözlerine bakın, ister “koltuğunda hep otursun sağlıklı olsun, o benim canım “hissettiğiniz aile büyüklerininkine. Rengini gri bir sis perdesine terk etmiş göz bebekleri kalemden daha keskin, en sıcak kucaktan daha şefkatli aktarır bildiklerini.
Aile toplantıları harikadır, herkesin alışılmış köşesi vardır. Sadece beraber olma hali bile çok keyifli ve güvenlidir. Konuşmalar birbirinin üstüne biner, sesler kendini duyurma telaşında baslaşır, tizleşir. Yemeler içmeler arasında başı sonu belli bir iki konu takip edilebilirse edilir yoksa bir sonrakine takılınır…
İşte tam bu demde yaş yalnızlığı başlar; en büyüğünüzün gözleri ara sıra kendi içine döner kısa aralıklarla ortamdan kopar sanki bizim bilmediğimiz ve ancak büyüyünce deneyimleyebileceğimiz bir durulukla yalnızlaşır.
Sanki ilahi bir öğretmen sonsuz yolculuğa ön hazırlık yaptırmaktadır.
Gürültücüler kaş göz işaretleriyle sakinliğe davet edilir, birkaç dakikalık inziva haline, saygıyla sessizlik hediye edilir. Ve bu durum çok içselleşmiştir.
Başı önüne kaykılmış yaş yalnızınızın bir iki dakika sonra sevgiyle size dönmesini izleyin.
Siz ona onun size baktığı gibi bakamazsınız, o yüzden onu ne kadar çok sevdiğinizi bir kez daha söyleyin.
Yonca Buğdaycı M.
09.09.2010